Okuldan çıkmış çantamı sürüye sürüye peşi sıram çekiştiriyordum.
Yokuşun dibindeki emniyet müdürünün evinin bahçesinde, kulübesinde sakin uyuyan
dev bekçi köpeğine akşam üstü sataşmamı da yapmıştım. Kıs kıs gülerek üç katım
hayvanı sinirden kudurtmuş, mahalleyi inletecek kadar havlamasına sebep olmanın
verdiği garip zevk ile yoluma devam ettim. Bir başkalık vardı. Havanın
karanlığına daha vakit varken karartıyı hissediyordum. Boylu boyunca sağlı
sollu iğneli çınar ağaçlarının sıralandığı, sonunda evimizin göründüğü meşhur
bayırımız, simsiyah, zehir gibi pis ekşi kokulu, yeni dökülmüş parlak bir asfalt ile
kaplanmıştı. Gözlerime inanamadım. Verevine dizilmiş, o güzelim Arnavut kaldırımlı bayırımız yoktu.
Bir ses nasıl, niye diye beynimde söyleniyordu. Ben çok seviyordum o taşları. Kaç defa düştüm
o bayırda anımsamıyorum. Kar yağdı, buz
tuttu düştüm, koştum yuvarlandım, dizim çatladı, gözlüğüm fırladı camı kırıldı,
top kaçtı kovaladım. Kapkara asfaltı gözlerim dolu dolu çıkıp eve vardım.
Belediye yapmış. Sinirli sinirli ağlayıp onlara ne ? Onlar mı yaşıyor burada?
Bizim bayırımız bu? Biz yaşıyoruz burada, seviyorduk biz. Allah’ın belaları, geberin orospu çocukları, pis yavşaklar diye
ağladım. Değiştirdiler her şeyi. Her şey değişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder