Kayıkta
Bağlamaya gerek kalmaksızın eski kütüklerin üzerinde duran kayığın brandasını kaldırdı. Her ne kadar özenle zımpara yapsa da, macun cila boya çekse de, artık yaşlı kayığı yıllara dayanamamıştı. Güzel mavi rengi, tahtanın yaşlılığını saklayamamış, macunların çürüdüğünü haber verircesine kararmıştı. Nabzını kontrol eder gibi elini sandalın gövdesine dayadı. Şevkatle bu yaşlı kızın çizgilerini takip etti. Parmak uçlarına takıldı kıymıklar. Acımadı. Kenarda duran kürekleri kaldırıp içine koydu. Kızağın başına doğru yürüdü. Eski kayıkhanenin içine doğru uzanan sandalın ince gövdesinin önünde bir an durdu. Bir köşesinde yatağının durduğu terk edilmiş kardona baktı. Hangi bacağı sallandığı belli olmayan sandalye ve duvara yaslanmış masa. Gaz ocağı, kömür karası çaydanlık. Kitaplar.
Bir kutunun içinde onlarca sararmış, yıpranmış, hasretle bakılmış resimler. Ağ mekiği yumakla dertop. Yanında olmasını dilediği hiçbir şey yoktu. Güneş doğmadan yola koyulmalı, sabahı karşılamalıydı. Eğildi demir mapayı yerinden çıkardı. Mapadan kurtulan yaşlı kız kara yağlı tahtaların üzerinde direndi. Yaşlı adam iskele omuzluktan tüm gücü ile itmeye başladı. Kayığın altı kızaklara sürttükçe, inceden bir çığlık duyuldu. Yavaşça kaymaya başlayıp suya değince, özlediği yeri hatırlar gibi kayıverdi suyun içine. İnceyi toplayıp kayığın içine attı. Dizlerine kadar suya girip kayığa çıkmak için abandı. Zorlandı. Yaşlı nefesi tıkandı. Derinden soluklanıp kürekleri yerine taktı. Sandalın başına oturup denize açılmak üzere omuzundan gerisini kollayarak, kürek çekmeye başladı.
Deniz tatlı tatlı izin veriyordu ilerlemesine. Güldü. Yaşlı kızım bak o da razı dedi. Sessizce anlaştılar. Gövdesi ile öne eğiliyor, kollarını iki yana açıyor, kürekleri çeviriyor sonra dizlerine yüklenip geriye, suyun yıpranmış tahtayadirencini hissedene kadar asılıyordu. Tahtaların çıkardığı cığırtılar, denizi yaran kayığın loçasına vuran dalgaların sesleri, küreğin suya her vuruşundaki ses huzur veriyordu. Bende çok özledim dedi. Karmakarışık sakal bıyıklarından gülümsediği belli oluyordu. Haresi akına karışmış gözbebeği parlıyordu. Gideceği yeri biliyordu kayık. Bir süre sonra yoruldu. Ruhu ile savaşan bedeni artık ne bu yaşlı kızı çekebiliyor ne de kürekleri tutabiliyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koydu. Omuzları düştü. Sırtı kamburlaştı, başı öne eğildi. Tiftik beresini yavaşça başından sıyırdı. Uzun dalgalı beyaz saçları vardı. Sırtının ortasına kızgın bir demir sokulmuş gibi canı yanıyordu. Yerinden kalktı. Ayaklarını dayadığı orta kemeri çekip çıkardı, kayığın içine uzattı. Üzerine uzandı. Vucudunu uzatmak ona iyi geldi. Gökyüzüne baktı. Gözleri acıyana kadar baktı. Kararan bulutların gelişine, şekil değiştirip hızlıca gidişine baktı. Elleri göğsünün üzerinde iki derinliğin ortasında yattı.
Kendi haline bıraktığı kayik, dalgaların tatlı ritminde salınıyordu. Beşiği. Tuzlu damlaları, kayığın kenara vurup rüzgara karışmasıyla yüzünde, bedeninde hissedebiliyordu. Yaşlı, sararmış, karmaşık gür sakalı ıslanmıştı bile. Güneşten kavruk yüzündeki çizgileri takip edenleri keyifle kabulleniyordu. Esintinin denizi harmanlanmasına, karıştırıp bembeyaz köpüklerle kabartmasına, keskin oklar gibi yağacak olan yağmura daha çok vardı. Siyaha dönmüştü rengi, ama daha yağmıyordu gökyüzü. İyi bir denizciydi. Bilirdi. Ölmek icin güzel bir vakitti.
Huzurla dinlendiriyordu bedenini bu kayığın içinde. Pek çok dostunu uğurlamıştı, pek çok dostu ile. Bu kadar yaşayacağını bilseydi atılırdı bir kahraman edasıyla en kara girdaplara. Ne karalar, insanlar, denizler, dolu doluyaşamlar görmüştü. Ne uzun zamanlar ufuğa bakıp kara aramıştı. Ne çok kısmıştı gözlerini yıldızlara bakıp sabahı beklerken. Onu uğurlayacak bir arkadaşı bile kalmamıştı geride. Eklemleri boğum olmuş, kaya gibi iri, yumru ellerinin sıkı sıkı tuttuğu gümüş parayı ve küçük bir kağıttaki duasını çok uzun zamandır taşıyordu yanında. Bırakıverdi nefesini usulca. O anı en sevdiği yerde, denizde tadacaktı. Bekle beni kayıkçı diye mırıldandı.
Suzan Atasoy
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder