Seneler önce, İngiltere’nin güney sahil şehirlerinden birinde, vakitsiz bir
saatte, kimsenin olmadığı, otoban ile şehirden ayrılmış, uçsuz bucaksız gibi
görünen ıssız bir deniz kenarında buldum kendimi.
Plaja doğru uzanan, yer yer aşınmıs, kırılmış, kenarlarında demir tutunma
bariyerleri olan, kumların ayaklarınıza dolmasını engelleyemediğiniz, uzun bir
patika. Terk edilmiş bir iki deniz şezlongu, dağılmış çöpler, denizden
sürüklenmiş, ne olduğu anlaşılmayan yosun–ağ-çöp karışımlarının arasından, gözüme
kestirdiğim banka ilerlemeye çalışıyordum. Yaz günü bile kumda yürümekten
nefret ederken bu soğukta–ki ben çok üşürüm, ısrarla bata çıka bu kimsesiz
yerde ne işim var? Plajın her iki yönüne biraz tedirginlikle baktım.
İstanbul sahillerinde ki gibi şarapçılar varsa eyvah al basına belayı
kızım. Ne harika bir şanstı ki benim için özel bir günmüş gibi loca ayrılmış, seyirlik
saatlerime. Kendim için bir dinlence anı belirlemiştim. Düşünecek ne çok şeyim
varmış ama hiç birini aklıma getirmeksizin dolapların içine yığdım yok
olmalarını umarak. Buraya gelme amacımı çiğneyerek kederli olmamaya karar
verdim.
Atlantik Okyanusunun güzel
dalgalarının kıyıya vurmasını izlerken rüzgârın serinliği, bir iki ufak deniz
mi, yağmur mu olduğu belli olmayan damlanın yüzüme vurması, aldığım nefesin
lezzeti ile aptal bir sırıtma ile kendimi dünyanın en melankolik kişisi sanmam
bile iyi hissettiriyor. Sebepsizce gözlerimi dolduran yaşlar, gülme isteğimi
zor bastırıyor. Çok güzel çok keyifli anlar. Islak bir bankın ucuna oturup
ellerim ceplerimde omuzlarımı buzup, dizlerimle dertop olmuş halde denize
bakıp, üzerindeki o koyu gri bulutların, yer yer beyaz çizgilerle bin bir tona
bürünmesini izledim. O zaman anladım ki ben delirme üzerindeki bu havaları, denizin havaya kafa tutup ben daha deliyim demesini seviyorum. Denizin lacivertten siyaha uzanan o renklerini kesen dalgaların beyaz köpükleri, ufuk çizgisinin gökyüzü ile karışıp flulaşması, düzenli olarak bir ritim ile bir kaç metre uzağıma gelip geri giden dalgalar. Filmlerde bu sahnede ya kavuşma ya ayrılık olur sevgililer arasında ama ben yalnızlığımla nedense çok bir barışığım. Gece nasıl olur acaba? Belki çok uzaktan bir iki geminin ışığını görür müydüm? Gündüz göremediklerimi gece ortaya çıkarır mıydı? Görmek istemediklerimi gündüzün karanlığına hapsederken gecenin beni aydınlatması çok saçma olurdu tabi.. Ellerimin üşümesi durmuyordu. Gitmek ile kalmak arasında, yine gelirim dedim bedensel zayıflığıma yenik düşerek. Hoşçakal güzel deniz. Biliyorum ki benim en sevdiğimsin ..
Suzan Atasoy
Brighton&Howe/1996-2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder