Almadan Armuttan, Şekerden Çaydan
Yeni yıl
gelince hep hüzünlenirdi. Rahmetli ninesi aklına gelir, eskileri daha çok
anardı. Son zamanlarda onun gibi ellerini ovuşturmaya başladığını farketmişti.
Ev ahalisi süslenmiş püslenmiş kutlamaya dışarı çıkmışlardı. O’nu da “Anne gel
gel” diye çağırmışlardı sanki gidecekmiş gibi. Yaşlı omuzlarını oynatıp kendi
kendine mırıldandı “Laf işte!”.
Sesini
iyice kıstığı, küçük televizyonlu odasında oturup, karşıki apartmanın
ışıklarına baktı. Ne çok bina vardı. Hepsi de düğün alayı gibiydi. Gece, gece
değildi sanki. Köy yerinde olsa bu saatte tek başına sokağa çıkmaya
korkarlardı. Hele yeni yılda ödleri patlardı. İşte yine başlamıştı ellerini
ovuşturmaya. “Kaybana yaşlılık” dedi. Gözleri usul usul kapanıyordu. “Yeni yıl”
diye güldü.
Daha çok vardı kalandere
halbuki. Şimdikiler ne anlardı kalanderi, küçük ayı, kirezi, koçayı. Tüm
yokluğa, zorluğuna rağmen köyünde ne gülmek ne eğlenmek olurdu. Sığmazdı Of’un
meşelerine sesleri. Kalander ayı, yeni hesaba göre ocağın onüç gerisinden
gelir. Kalenderden sonra küçük ay, mart, abril diye devam eder. Şimdi
torunlarına anlattığında masalmış gibi dinliyorlar. Gündüzden çoluk çocuk başlardı çarşaf, çuval,
çaput ne varsa toplamaya. Küzinanın altından küller alınırdı. Yumurtaları
çaylığın dibine gömerlerdi, iyice
nemlenip koksun diye. Gece çabuk çökerdi Mesoraş’ın ıssız dağlarına. Eyüb’un
hanı ile rum kilisesinin ışıkları seçilirdi karşıki dağdan. Alacakaranlıkla
birlikte bir tepeden öbürüne çakal gibi bağırırlar, “wuuuuu….wuuuu” diye işaret
verirlerdi. Oğlanlar bir, kızlar bir toplanırdı. Karşı köyün çocukları ile
anlaşılırdı. Kimin evi basılcak, kimin dam’ı talan edilecek. Demek, gülmek,
türkü kıyametti. Rumca, lazca, yunanca birbirine karışırdı türküler. Ne güzeldi
köyü. Derin derin içini çekti. O zaman sen şu’sun bu’sun bilmezlerdi.
Pontusmuş, rum adetiymiş, noelmiş, cadılar bayramıymış nedir bilinmez ama
yüzyıllardır kutlanır bu gece. Sevdalıklar
başlardı böyle günlerde. Kızlar korkuyoruz diye cilvelenirdi uşaklara. Aşıklar
açılırdı sevdiklerine.
Kendilerini korkutucu kılıklara
sokup, külleri, karaları suratlarına sürer, kapı kapı dolaşmaya başlardılar.
Tencere tavalara vurup, bağırırlardı. Kuruyemiş, kabak, beyaz ekmek isterler,
fındık, helva isterlerdi. Hele birde tuzlu çörek varsa.. işte o ganimetti.
Tuzlu çöreği yiyip yatanlar kısmetlerini rüyalarında görürdü.
Galandariya Farfariya
Gèt
kilara Gel gapiya
Vèr
deviye
Pestilden,
tuţdan
Almadan, armutţan
Şekerden, çaydan
Külekteki yağdan
Bulgurdan,
yarmadan
ğavurmadan, ğıymadan
Dahasını
saymadan
Vèr babam, ağam, bacım, nenem. Ver!
Mısırlıkların
içinden seslenip “Karakonca geldiiiii…” diye ev ahalisini korkuturlardı. Bol
olan evlerin damlarına girer, çalarlardı. En çok ninesine dadanırlardı
çocuklar. Hatçe nine sözü sayılanı ama deli dolu küfürbazın önde gideniydi.
“Hatçe
nineeee.. un ver, yağ ver.. Kalanderise geldik !!”
“hoşştttt
.. babamın siktikleri…”
“Hatçe
nineee.. mısır ver, helva ver… Kalanderise geldik!!”
“Devlet bacası, Doldura tası, Cennet hocası
Vermeyen asi,
Cehennem hocası, Üstünde erkek uşak, Ahırda dişi buzak”
“Mehmetin
Orhan, orakla yarıcam başını..kırma mısırlarımı”
Ama
hiçbir zaman boş dönmezlerdi. Kuyiçaları doldurup giderlerdi. Alamadıkları evin
kapısına da yumurta atıp kaçarlardı. Sonra bir yerde birleşir, pay ederlerdi.
Bir avuç fındık olsa pay olurdu. Ertesi sabah eve ilk gelen önemliydi. Ayağı
uğurlu mu? Musibet mi? Gözü kem mi? Dili uzun mu? Eli ağır mı? Ninesi pek çok
kişiye kapıyı açmazdı. “Irmak Jazisi, hele bi öteye” der istemediğine açmazdı
kapıyı. Ah ninem dedi. Uykuya dalmak üzerindeydi. Elli sene evvel rahmetli
kocasını da ilk defa öyle bir gecede görmüştü. Hafiften mırıldanıyordu sevdalık
türküsünü.
“Anatemaze
ne buci
Doyuse belalıca
Metenendon Momoyera
Ekseva sevdalica.” *
Doyuse belalıca
Metenendon Momoyera
Ekseva sevdalica.” *
*
Ben Momoyer gibi çirkinim. Neremi sevdin de, benimle sevdalığa
başladın? Başımı belaya soktun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder