
Arkadaşım tur ile işlemleri 2 kişilik yapmış, ellerine sağlık
Burcu’cum. Valizler alındı. Otobüse binmeden ben hemen telefona sarıldım.
Amerika’da tanıştığım Lizbon’da yaşayan ve çok saygın bir konumu ve işi olan
Türk bayanı aradım. Söz vermiştim Lizbona gelince arıyacağım diye . Sözleştik
bir akşam birlikte yemek üzere.Yipppieee..
Otobüse doluştuk ve otele varmadan şehir turuna başlandı.
Otele varana kadar tura katlanmak zorundayım.(Lütfen rehber ve tur organizasyonu
arkadaşlar alınmasın. Sevgi , hürmet , saygılar efenim.) İki lafın belini
kıralım derken, kusura kalmasın kimse kısa bir Malta detayı geçiverdim
arkadaşıma.. Otobüs de birkaç eş, her halleri kibara benzeyen yaşlıca bir çift
(Allahtan enerjik görünüyorlar) ve bir bayan grubu vardı. Şehrin merkezine doğru
ilerlerken şehir dışı ve içinin arasındaki yapılaşma, düzen, yaşam standardı
seviyesi göze çarptı gözüme. Şehrin dışında varoş ve gelir seviyesinin düşük
olduğu, yapılaşmanın 70’li yıllarda kilitlendiği hissediliyor.
Avrupa birliğine
giriş ile kendini yenilemeye çalışan , Avrupa başkentlerinden biri olmak isteyen
Lizbon , şehrin merkezinden öteye çıkamamış. Tabi pek çok büyük depremi yaşamış
olmasının da etkisi olabilir.

düzeltmelerle yapmışlar (yaşasın sanat tarihi). En önde Vasco
de Gama’nın kaşif olarak
bulunan
grupta , sanatçılar, bilim adamları ve destekçi prensin heykeli var.
Manidar,
güzel. İyi yapmışlar. Anıt anıt gibi
duruyor.
Heybetli ve anlamlı . Anıta yakın olarak Jeronimos Manastırı var. Unesco tarihi
eserler listesinde olan bu manastır çok iyi korunmuş 17 yy gotik-ronesans
karışımı Manuelin tarzındadır. Geç gotik, erken Rönesans denilebilir. Saksıyı
zorladım ama başka mimari örneği anımsayamadım. Ta ki Anıtın denize doğru
sağında Belem Kulesini görene kadar. Portekiz kralı tarafından Vasco da Gama
için yapılmış , Tejo nehrinin deniz açıldığı yerdeki bu kale karadan bağımsız
bir kale-ada imiş. Kendimizi attık kalenin içine. Her tarihi binanın içinde
bulunan hediyelik eşya butiğini geçince ;çeşit çeşit savaş topları, gülleler ,
duvara monte edilmiş zincirler, daracık merdivenler,loş nişler, her an bir
yerden eli kılıçlı bir korsan çıkabilir senaryoları ile surların üzerine çıktık.
Surlara çıkınca , açık denizin görüldüğü bu kalede, az önce senarist
beyinlerimizin yazdığı tüm hikayeleri bir kenara koyduk. İliklerinize kadar mis
gibi bir okyanus havası. Havada tek bir bulut yok ve siz ortaçağdan kalma bir
kaledesiniz. Düşününce Lizbon’un ayrılıkların şehri olduğuna kanaat getirdim.
Denize açılan, Amerika’ya, dünyaya başka yerleri keşfetmeye hazırlananların
durağı değil mi Lizbon ? Casablanca filminde Ingrad Bergman ve Victor Lazslo
Fas’ı terk edip Lizbon’dan Amerika’ya gitmeyi planlamamışlardı ?(Bogart kal
deseydi kalırdı ama) sadece çok kolay havaya giribiliyoruz )



Hem ne demiş Portekizli şair “İyi bir düş’çü asla uyanmaz”
ahh ahh..
Batı’yı fethetme , güney Amerikada yeni zenginlikleri bulma
hevesinin ilk çıkış noktası . Çok sevdim bu romantik , manidar kaleyi .
Prensescilik oynamadık mı ? oynadık hatta Burcu eteklerine basıp surdan düşme
tehlikesi bile yaşadı ( biz yetişkin insanlarız.)Zamanla
nehrin
sürüklediği toprak ,kumlar ile sığlık bir alanla karaya bağlanmış gibi duruyor.
Denizde bağımsız olduğu dönemde kısa bir süre için hapishane olarak kullanılmış
olan bu kaleden maalesef ayrılmak zorundayız. Belem’den Lizbon’ nun merkezine
doğru yol almaya başladık. San Jorge kalesi için, Lizbon’nun en eski kilisesi
Lizbon Katedralinden hızlıca geçtik(işte tur bu yüzden iyi değil. onlara bağımlı
kalıyor insan). San jorge Kalesi MÖ 6 yy da kimin tarafından yapıldığı
netleşmemiş ama İberlerden kaldığı rivayet 
edilen
bir kale. Havada iyice kararmış , hava ılık , okyanus hissi ile gazı almışız
zaten , birde ışıklandırılmış kaleyi tepenin üzerinde tüm azameti ile görünce
insan bir mest oluyor. Waaouw .. çok güzelmiş diyip gecenin karanlığında
sokaklara dökülen insanların peşinden , restoranlar bölgesine doğru
ilerledik.Pek çok zeki Avrupalı şehir planlamacıları gibi Lizbon da ızgara
biçiminde birbirini kesen sokaklardan oluşuyor ama ne sokaklar. Kimi daracık ,
Arnavut kaldırımlı , ferforjeli balkonlar , çini süslerle dolu ev cepheleri ,
camlarda el işi perdeler, loş ışıklar , muzik sesi ile dolu sokaklar. Yerlere
bakmaktan kendini alamıyor insan. Öyle güzel dizilmişki , desenler verilmiş ki
iri mozaik , ufak kaldırım taşları.. habire birilerine tosladım durdum. Ya yere
bakıcaksınız ya o güzelim dökme ferforje balkonlar için yukarı . Lala etti
Lizbon bizi. Merkeze ilerledikçe restoranlardan barlardan yayılan muzikle günün
yorgunluğuna aldırmadan adımları hızlandırıp “asansör”e vardık. Santa Justa
sokağında , şehri yukarıdan görme imkanı veren ışıklandırılmış tarihi bir
asansör kule. Santa Justa’nın sokağı, yan yolları çok tanıdık geliyor.
Evvetttt.. Beyoğlu’nun Portekiz versiyonu bu. Sıcak bir neşe hakim . Eğlenceli
bir gece ve bir şeyler içmek için tavsiye olunur. Restauradores Meydanındaki
dikili taşıda görüp geceyi noktalama kararı alındı. Yaşlı çift ayakta uyuyor
zaten. Dikili taşın üzerinde İspanya’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan etmenin
övgüleri ile savaşların isimleri yazıyor. Artık lütfen otele gidelim. Bedenen
tükenmiş , beynen doymuş olabilirim ama bende bir bed-i ademim dimi ? Otel ne ?
kapısı nasıl ? nerden geldik ? hiç haberim yok . Sabah ayaklarımla barışmam ve
benim yere basmam baya bir vakit aldı.Kahvaltıya
davetliyiz
yazlık sarayda. Sabah sabah Estonil bölgesine doğru ilerlemeden önce bir yere
uğruyoruz. Botanik bahçeleri, değişik bitkileri ile Eduarda parkı ve yakınındaki
Gülbankyan müzesi var. Kayseri’den Lizbon’a giden Ermeni bir Türk vatandaşın,
vakıf olarak yaptırdığı müzede tablolar, antikalar , sanat eserleri var. Sahil
şeridi harika. İçerlere doğru yol alıp Sintra bölgesine doğru giderken
niyetimizde Avrupa’nın en uc bölgesi sayılan Cabo da Roca ya kadar gitmekte var.
. Sintra inanılmaz hoş evlerin olduğu, 
eskiden
kralın yazlık sarayının olduğu, eski dokusundan hiçbir şey kaybetmemiş agaçlarla
bezeli ufak bir vadi . Sarayın en büyük özelliği, günümüze kadar çok iyi
korunmasının yanı sıra , 2 devasa konik şeklindeki bacaları. Sarayın sütunlu
avlusu çok şık. Sadece binanın yapısı değil , eşyalar, mobilyalar, duvar
resimleri , bacaların beslendiği kocaman mutfak kesinlikle görülmeli. sarayın
karşısında kalan yamaçta ; soft renklerle boyanmış hoş birbirine bitişik, antika
ferforje sokak lambaları , balkonlar , minik sokak kapıları
, kaldırım taşları ile süslü kapı önleri, pencerelerden








Ormanın oksijeni beynimize zarar vermeden istiflendik
kokuşmuş otobüse. Sindirdik güzelliği bünyeye. Tekrar denizi gördüğüm de artık
direk okyanusa bakıyordum. Denize yüksek birsahil yolundan tek tük hansel-
gratel çiflik evlerinden birine yemek yemeğe girdik.Tavandan devasa
tütsülenmiş domuz butları sarkıyor.Koku dayanılacak gibi değil.Ama açız.
Açlık
adamın anasını bellermiş misali. Yedik içtik üstüne tatlı bile yedik o
kokuda.Yarabbi şükür diyip yola devam ettik çantamda harika taş fırın otlu
ekmeğinden bir parça ile. Deniz ve süper kayalıkları takip ederek Capo da Roca
ya vardık. İşte hocam Avrupa kıtasının en uc noktası. 5 euro verip Avrupanın en
uc noktasına geldim ispatı sertifikamızı aldık. Hava inanılmaz sıcak ve rüzgarlı
idi. Deniz , dalgalar , kayalıklar , okyanus havası ohh .. ser gazete kağıdını
koy çay bardaklarını, kes kavunu, böl peyniri...
Fado
muziğinin kaynağı hasretlerin, hisli insanların ülkesi Portekiz , Brezilya ile
gönül bağı kurmuş. Kral George’a ait olduğu söylenen küçücük bir yazlık saraya
geldik.Saraycık. Şehir merkezinin biraz dışında . Saray küçük bir konağı
andırıyor. Zaman zaman yabancı devlet adamlarını ağırlamak için, imza ve
törensel amaçlarda kullanılıyormuş. Klasik Avrupa saraylarından farklı olarak ;
duvarlarında ki ipek kumaşlarda devasa palmiye resimleri , rengarenk meyva
reismleri , koyu tenli dansçılar ,karnaval havası ile dolu. Bariz Brazilya.
Brazilya'ya ile aralarında çok sıkı bağlar var.Ana salonu ise muziği daha iyi
yansıtması için sutunlara kadar ağaçtan yapılmış. Sonra sutunlara mermer havası
verilerek boyanmış. Tam ortada kocaman bir dans alanı ile Kral’ın ehli-keyf
olduğunu anladık . Kraliyet ailesindeki ensest ilişkiler nedeni ile sakat ,
hastalıklı prensler ve sakallı prenseslerin resimleri ile dolu salonlardan
geçerken acımasızca güldüğümüzü itiraf ediyorum. Kötüyüm ben.
Akşam basıyor . artık merkeze döndük. Tejo nehri kıyısındaki 25 nisan köprüsünün altında denize çakılmış babaların üzerinde, açık hava altında salaş bir lokantadayız. Manzaraya diyecek söz yok. Her gün batımı güzeldir evet ama gerçekten çok güzeldi. Köprüleri seviyorlar .25 nisan köprüsünün diğer adı Salazar köprüsü. San francisco’daki Golden Gate köprüsünü yapanlar yapmış.aynısı.Köprü trafiğini hafifletmek için daha sonra bir kat daha ilave etmişler.Vasco da Gama köprüsü ise 17 km ile dünya da ki en en uzun köprülerden biridir.
Şehir merkezi tramvay ile yokuşlu sokakları gezilmeyi hak ediyor. Otelin yanındaki büyük Kolomb alışveriş merkezinden olağan “cama yapışıyım belki benim olur” ilkesi ile dolaşıp cepleri hafifletip, boğazları şişirecek kadar dondurma yiyip , oturalım insanları izleyelim diye şehri kafamıza göre gezmek güzeldi. Acaba balkonun birinden söküp çaldığım dökme ferforje deseni bavula sığdırabilirmiyim??
Lizbon’da ki son akşamın burukluğu ile ,gecenin karanlığında ,şehrin arka sokaklarını hafızamıza kazıyarak, barlar, gece kluplerin bolca olduğu San Justo’dan geçip cıvıl cıvıl insanlar ardımızda bıraktık. Bizi almaya gelen Amerika’da tanıştığım arkadaşım bayan ile yemeğe gideceğiz.(Üzgünüm izinsiz kendilerinden bahsedemiyorum).Çok nazik bir davranış ile eşi ,oğlu ile beni ve arkadaşımı aldılar.Estonil’e gidiyoruz dediler. Ian fleming , James Bond romanlarını yazarken Estonil’den ilham aldığını söylemiş. Çok özel klupler, gazinolar ,smokinli beyler , şık pırıltılı hanımlar ve ikinci dünya savaşı dönemi pek çok casusun, politikacının, bilim adamının ve bilginin kilit noktalarından biriymiş Estonil., Estonil bölgesinde çok şık bir balık restoranına gittik. Denizden babamda çıksa yerim ben. O kıvamda deniz sevdalısıyım anladığınız üzere. Ian Fleming , İngiliz askeri serviste çalışan biri olarak savaş dönemi entrikaları ,Estonil’de ,James Bond’a hayat vererek anlatmış. Güzel etmiş. Böylesi güzel bir şehire , bu kadar güzel bir manzara ile veda etmek benim için çok büyük bir ayrıcalıktı.



Akşam basıyor . artık merkeze döndük. Tejo nehri kıyısındaki 25 nisan köprüsünün altında denize çakılmış babaların üzerinde, açık hava altında salaş bir lokantadayız. Manzaraya diyecek söz yok. Her gün batımı güzeldir evet ama gerçekten çok güzeldi. Köprüleri seviyorlar .25 nisan köprüsünün diğer adı Salazar köprüsü. San francisco’daki Golden Gate köprüsünü yapanlar yapmış.aynısı.Köprü trafiğini hafifletmek için daha sonra bir kat daha ilave etmişler.Vasco da Gama köprüsü ise 17 km ile dünya da ki en en uzun köprülerden biridir.
Şehir merkezi tramvay ile yokuşlu sokakları gezilmeyi hak ediyor. Otelin yanındaki büyük Kolomb alışveriş merkezinden olağan “cama yapışıyım belki benim olur” ilkesi ile dolaşıp cepleri hafifletip, boğazları şişirecek kadar dondurma yiyip , oturalım insanları izleyelim diye şehri kafamıza göre gezmek güzeldi. Acaba balkonun birinden söküp çaldığım dökme ferforje deseni bavula sığdırabilirmiyim??
Lizbon’da ki son akşamın burukluğu ile ,gecenin karanlığında ,şehrin arka sokaklarını hafızamıza kazıyarak, barlar, gece kluplerin bolca olduğu San Justo’dan geçip cıvıl cıvıl insanlar ardımızda bıraktık. Bizi almaya gelen Amerika’da tanıştığım arkadaşım bayan ile yemeğe gideceğiz.(Üzgünüm izinsiz kendilerinden bahsedemiyorum).Çok nazik bir davranış ile eşi ,oğlu ile beni ve arkadaşımı aldılar.Estonil’e gidiyoruz dediler. Ian fleming , James Bond romanlarını yazarken Estonil’den ilham aldığını söylemiş. Çok özel klupler, gazinolar ,smokinli beyler , şık pırıltılı hanımlar ve ikinci dünya savaşı dönemi pek çok casusun, politikacının, bilim adamının ve bilginin kilit noktalarından biriymiş Estonil., Estonil bölgesinde çok şık bir balık restoranına gittik. Denizden babamda çıksa yerim ben. O kıvamda deniz sevdalısıyım anladığınız üzere. Ian Fleming , İngiliz askeri serviste çalışan biri olarak savaş dönemi entrikaları ,Estonil’de ,James Bond’a hayat vererek anlatmış. Güzel etmiş. Böylesi güzel bir şehire , bu kadar güzel bir manzara ile veda etmek benim için çok büyük bir ayrıcalıktı.
Artık eve dönme vakti. Her şey tadında dimi ? Evin yolunu unutucağız yoksa. Hem ne demiş James Bond ? “shaked , not stirred”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder