Külliyen yalan 2 yer gördüm tur
mur değildi. Duomo di Milano ya dışından bakıp, kendime Milano seyahati için söz
verdim. 4 yüzyılı aşan bir yapım ile varılan zirve noktası budur dedirtti.
“hayali” havası ile masal şatolarını anımsattı bana. Gösterilen ilgi haklı
sebepten.
Vitto Emanuele’yi
gezip, cam tavandan gelen ışığa bakmak için sağıma soluma çarpıp, bir iki lüks
dükkanın vitrinine bakıp, otobüse doğru ayaklarımı sürte sürte gittim.
Zorundaydım yani. Milano ona sevgi, şevkat ,ilgi ,alaka gösterene kadar benim
için beklemeye devam edicekti.
Her bir taşına kadar Suzan nerde kaldın diye inleyen bir Venedik hayali ve otobüsün koltuğu ile kaynaşarak Venediğe dayandım.
Venedik , 100’ün üzerinde adadan oluşan, ana karaya tren ve otoban yolu ile bağlanan ,ağaç kazıkların denize çakılarak üzerilerine yapılan İtalyan konak ve saraylarının olduğu, gondollar , maskeleri , dantelleri, cam işçili ve Kazanova hikayeleri ile beyinlerde yer etmiş masalsı yer.
Adım adım ilerliyoruz panik yok.
Her bir taşına kadar Suzan nerde kaldın diye inleyen bir Venedik hayali ve otobüsün koltuğu ile kaynaşarak Venediğe dayandım.
Venedik , 100’ün üzerinde adadan oluşan, ana karaya tren ve otoban yolu ile bağlanan ,ağaç kazıkların denize çakılarak üzerilerine yapılan İtalyan konak ve saraylarının olduğu, gondollar , maskeleri , dantelleri, cam işçili ve Kazanova hikayeleri ile beyinlerde yer etmiş masalsı yer.
Adım adım ilerliyoruz panik yok.
Motordakilerden biri ile konuşurken bana yanından
geçtiğimiz minik adalardan birinin deniz kıyısına yapılmış bir duvar kapartması
gösterdi. Osmanlı eseriymiş (üstteki resim).Barış döneminde gönderilmiş veya
yapılmış olabilir ,yorum getiremedim.
Vaporetto yanaştı bende nereye gittiğini bilmeyen biri olarak , en fazla fotograf makinası olan bir grubun peşinden ilerliyorum ama bir yandan da kafamın üzerinden geçen güvercinlere “sakınnnn haaa” diye söyleniyorum. Güzel bir meydana çıktığımı anlayınca , 2 dakikalığına katıldığım turist grubunu terk ettim. İnsanın ne yana bakacağını şaşırması böyle bir şeymiş.
Meydana girişte sağınızda 1300’lü yıllarda yapılmış Palazzo Ducale adında eskinin sarayı , şimdilerin müzesi bir yapı var. Dünya’da bu saraydan etkilenilerek hadi esinlenilerek diyelim yapılan birkaç eser olduğu söylenmekte. Eski gravur ve çizimlerden kale olarak kullanıldığı söylenmekte. Cephesindeki sık sutunlarının ardında loş bir yürüme holü var. İçeri girmek için uzun zaman beklemeyi göze almalısınız ama her saniyesine değiyor. O kadar sanat eserini , tarihi es geçmek için hiçbir hafifletici sebep bulamazsınız.
Ducale (Düka ) müzesinin hemen yanındaki San Marco Bazilikası Venedik baş piskoposunun mütevazi ikametgahıdır. Venediğin , belkide italya’nın en meşhur kiliselerindendir. Bizans mimarisi ve süslemeleri dışında İstanbul ile bir göbek bağı mevcuttur. Aziz Mark’ın kutsal kemikleri olarak bilinen ve İtalyan tacirlerin İskenderiye’den çalınan kemikleri burada muhafaza edilmektedir. Ayrıca kilisenin gösterişli girişinin üzerinde 4 atlı bronz heykeli vardır ki bunlar İstanbul’dandır. (çaldı çaldı demek ayıp evet gözlerimle görmedim ki ama rivayet işte .sansasyonel bir şeyler katmam lazım). Zaman içinde ağır basan fresk süslemelere rağmen güzel Bizans motifleri ve mozaiklerinden izler için kıyıverin zamanınıza. O kadar özenilmiş , emek verilmiş. Sonrasında içersiniz kahvenizi.
Meydanda ilerlemeye devam ediyoruz. Yok ilerlenmiyor çünkü gerçekten yorulmuş halde oluyor insan. Meydana yayılmıs tel maşa sandalye, ,ayakları tutmayan masalardan birine çöküverdim. Sanat sanat nereye kadar biraz gözüm gönlüm açılsın diye , kalorinin gözüne vurayım bari cafee latte diyiverdim. Bastım şekeride . gözlerimin önündeki sis bulutu aralanır gibi olunca beynim ve kalbim aynı frekansta buluştu. Akşamın tazeliği, kocaman bir meydanda cıvıl insanlar , tepenizde rotasız güvercinler , artık gidiyorum diyen güneşin basilikanın göğsünden parlayan ışıkları ..
Biraz daha dursam şair olucam az kaldı ..
Tam karşımda San Marco , Saint Marks kilisesine ait çan kulesi , Campanile , var. Tugla kaplamalı , kare zemin üzerinde, 98 metre yüksekliğinde, meydanın tek kulesi (duka sarayının da bazı gravürlerinde kulesi olduğu görünmekte ). Kulenin orjinalinin tepesi ağaçmış, yanmış,tekrar yapılmış 1902 yılında yıkılmış ve aslına uygun olarak yine yapılmıştır. ( bunuda hiç anlamam artık aslı yok. Sonradan yapılan kopyadır benim için) . Kulenin tepesinde Cebrail figurü var.Niye bilmiyorum. Mesaj endişelerimi var acaba ?
Uzunca bir süredir bu kadar hazmetmemiştim tarihi, sanatı. İyi ki üniversitede sanat tarihi derslerini kırmamışım. Kahve ile vaporetto saatini kaçırmamak koşturunca, aç aç o gece üzerimdeki kıyafetlerle uyumuşum. Olsun yine yaparım.
Vaporetto yanaştı bende nereye gittiğini bilmeyen biri olarak , en fazla fotograf makinası olan bir grubun peşinden ilerliyorum ama bir yandan da kafamın üzerinden geçen güvercinlere “sakınnnn haaa” diye söyleniyorum. Güzel bir meydana çıktığımı anlayınca , 2 dakikalığına katıldığım turist grubunu terk ettim. İnsanın ne yana bakacağını şaşırması böyle bir şeymiş.
Meydana girişte sağınızda 1300’lü yıllarda yapılmış Palazzo Ducale adında eskinin sarayı , şimdilerin müzesi bir yapı var. Dünya’da bu saraydan etkilenilerek hadi esinlenilerek diyelim yapılan birkaç eser olduğu söylenmekte. Eski gravur ve çizimlerden kale olarak kullanıldığı söylenmekte. Cephesindeki sık sutunlarının ardında loş bir yürüme holü var. İçeri girmek için uzun zaman beklemeyi göze almalısınız ama her saniyesine değiyor. O kadar sanat eserini , tarihi es geçmek için hiçbir hafifletici sebep bulamazsınız.
Ducale (Düka ) müzesinin hemen yanındaki San Marco Bazilikası Venedik baş piskoposunun mütevazi ikametgahıdır. Venediğin , belkide italya’nın en meşhur kiliselerindendir. Bizans mimarisi ve süslemeleri dışında İstanbul ile bir göbek bağı mevcuttur. Aziz Mark’ın kutsal kemikleri olarak bilinen ve İtalyan tacirlerin İskenderiye’den çalınan kemikleri burada muhafaza edilmektedir. Ayrıca kilisenin gösterişli girişinin üzerinde 4 atlı bronz heykeli vardır ki bunlar İstanbul’dandır. (çaldı çaldı demek ayıp evet gözlerimle görmedim ki ama rivayet işte .sansasyonel bir şeyler katmam lazım). Zaman içinde ağır basan fresk süslemelere rağmen güzel Bizans motifleri ve mozaiklerinden izler için kıyıverin zamanınıza. O kadar özenilmiş , emek verilmiş. Sonrasında içersiniz kahvenizi.
Meydanda ilerlemeye devam ediyoruz. Yok ilerlenmiyor çünkü gerçekten yorulmuş halde oluyor insan. Meydana yayılmıs tel maşa sandalye, ,ayakları tutmayan masalardan birine çöküverdim. Sanat sanat nereye kadar biraz gözüm gönlüm açılsın diye , kalorinin gözüne vurayım bari cafee latte diyiverdim. Bastım şekeride . gözlerimin önündeki sis bulutu aralanır gibi olunca beynim ve kalbim aynı frekansta buluştu. Akşamın tazeliği, kocaman bir meydanda cıvıl insanlar , tepenizde rotasız güvercinler , artık gidiyorum diyen güneşin basilikanın göğsünden parlayan ışıkları ..
Biraz daha dursam şair olucam az kaldı ..

Tam karşımda San Marco , Saint Marks kilisesine ait çan kulesi , Campanile , var. Tugla kaplamalı , kare zemin üzerinde, 98 metre yüksekliğinde, meydanın tek kulesi (duka sarayının da bazı gravürlerinde kulesi olduğu görünmekte ). Kulenin orjinalinin tepesi ağaçmış, yanmış,tekrar yapılmış 1902 yılında yıkılmış ve aslına uygun olarak yine yapılmıştır. ( bunuda hiç anlamam artık aslı yok. Sonradan yapılan kopyadır benim için) . Kulenin tepesinde Cebrail figurü var.Niye bilmiyorum. Mesaj endişelerimi var acaba ?
Uzunca bir süredir bu kadar hazmetmemiştim tarihi, sanatı. İyi ki üniversitede sanat tarihi derslerini kırmamışım. Kahve ile vaporetto saatini kaçırmamak koşturunca, aç aç o gece üzerimdeki kıyafetlerle uyumuşum. Olsun yine yaparım.
Bir neşe , bir cıvıl hakim otelin kahvaltı salonunu pascalya ve havanın güneşli olacağı haberiymiş. Bende sevindim, happy’leştik . Ama vaporettoya Bruno ve Murano adaları için ödeme yaparken yüzümdeki hiçbir kas aynı sevinci taşıyamadı . zorladım zorladım dudaklarımı kıvıramadım yukarı .
Murano ilk durak, yarım saat 40 dakikalık deniz yolculuğu ile, 1200 lerden beri cam işçiliği ile nam salmış güzel bir İtalyan adasına kavuştuk. Rengarenk boyanmış evleri ile daracık sokakları ile çizgi filmlerden fırlamış gibi bir ada. Evlerin rengarenk olmasının sebebi, içmeyi eğlemeyi çok seven İtalyanların gece evlerine dönerken evlerini karıştırmamaları içinmiş. Pes diyesim geldi.
Burano’yu görünce Murano
adasının ev boyamalarının buradan kıskandığını anladım. Evler , önlerindeki
kayıklara kadar , pencere pervazlarının , kapı tokmaklarının , saksılarının bile
bir desen, renk armonisiyle boyanmış. Sıcak insanı kucaklayan küçük bir
meydanının etrafına dizilmiş, turist avlar hediyelik dükkanları ve açlıktan olsa
gerek pizza kokuyor.
Tamam kokunun kaynağı seyyar bir pizza satıcısı imiş. Ayak üstü tıkınırken meydanı baştan başa donatan dantel ve kumaş parçalarını inceledim. Bizdeki iğne oyası gibi.tek tek narin desenler sabırla işleniyor. İnsanın tansiyonu fırlar onları izlerken. Dantel , masa örtüsü filanbenim ilgi alanım değil ama birden vitrinde çok zarif 2 minik bayan silueti üzerine iğne işi kıyafet işlenmiş porselen bebek gördüm. Artık benimler.
Venedik denince bir sanat okulu mezunu olup Accademia’yı gezmesem sanırım lanetlenirim. Grand Canal’ın üzerinde bir sanat evi,müze , galeri , okul ne derseniz diyin. Accademia , birilerimiz için çok değerli mekanlardan biridir. En eski sanat okullarından biridir. 1750 yılında sanat için kurulmuş, İtalya’nın floransa, Milano, roma gibi merkezleri kadar iyi sanatçı yetiştiren bir akademi olmaya çalışmıştır. Görülesi yerdir.
Ahlar köprüsü, son bakış veya Ponte Dei Sospiri , hapishane ile dükler sarayını birbirine bağlayan bir garip beyaz köprü. Mahkumlar hapishaneye giderken bu köprüden geçerler ve son bir kez taş çubukları(ızgara biçiminde yerleştirilmiş) olan penceresinden venediğe bakarlar. Biraz manidar dimi ? yok yok acıklı ..
Ay içimiz daraldı. Artık serbestçe iki insanın yan yana yürüyemiceği sokaklarda dolaşmak, bahsedilen balık pazarına gitmek, Büyük nehrin kıyısında bir kahve içmek (evet evet ) ve ufak basilikalarda mum yakmak istiyorum. Hatta meşhur Venedik maskeleriyle resim çektirmek istiyorum. Şunu söylemem lazım ki ;Venedik’te resim çekme özürlü birini bulma becerisi sadece bana aittir. Fotograf makinasını verip resmimi çekmesini rica ettiğim tüm şahıslar birer vizor özürlü çıktı.

Venedik’ten Milano’ya otobüs yolculu için hazırlanma aşamasına geldik. Ama ufak bir güzergah değişikliği ile Verona ve Garda’ya uğrayabilirmişiz. Olur dememek için sebep var mı ?
Verona ;Romalılardan kalma antik colessiyumla –ki Roma’dakinden daha eskidir- eski taş binaları , kaldırım taşları ile kaplanmış geniş caddeleri ile gerçek bir orta çağ şehri gibi geldi bana. Çok şık kafelerine haksızlık etmemeliyim. Listemdeki en güzel çilekli tatlıyı orada yedim. Sokak arasında bir açık pazardan iki elma ve peynirli panini ile bir kaldırımda Pazar hallerini izlemek çok keyifli idi.
Verona’nın belkide en güzel hikayesi , gerçek Romeo& Juliet’in hikayesinin burada geçmesi.
Büyük aşkın yaşandığı Julietin evini görmek için bir insan seli ile girişinde bir kadın heykeli ve ortasında çeşmesi bulunan avluya girdim. Evin 2. katında taş balkon Julietin ,Romeo’nun aşkını dinlediği yermiş. Ay ne romantik... aman aman.. Fakat evin tüm ön cephesi sevgililerin adını yazdıgı yazılar , not kagıtlarını yapıştırmak için kullandıkları sakızlarla doluydu. Binlerce sakıza bakıp aklıma gelen tek şey binlerce tükürük oldu. Ve siyahlaşmış bronz kadın heykelinin sol göğsü okşanmaktan altın gibi parlıyordu. Bu nasıl bir aşkmış . ay bunaldım insanlar çok kalabalık .. istemiyorum Romeo juliet filan ..


Tamam kokunun kaynağı seyyar bir pizza satıcısı imiş. Ayak üstü tıkınırken meydanı baştan başa donatan dantel ve kumaş parçalarını inceledim. Bizdeki iğne oyası gibi.tek tek narin desenler sabırla işleniyor. İnsanın tansiyonu fırlar onları izlerken. Dantel , masa örtüsü filanbenim ilgi alanım değil ama birden vitrinde çok zarif 2 minik bayan silueti üzerine iğne işi kıyafet işlenmiş porselen bebek gördüm. Artık benimler.
Venedik denince bir sanat okulu mezunu olup Accademia’yı gezmesem sanırım lanetlenirim. Grand Canal’ın üzerinde bir sanat evi,müze , galeri , okul ne derseniz diyin. Accademia , birilerimiz için çok değerli mekanlardan biridir. En eski sanat okullarından biridir. 1750 yılında sanat için kurulmuş, İtalya’nın floransa, Milano, roma gibi merkezleri kadar iyi sanatçı yetiştiren bir akademi olmaya çalışmıştır. Görülesi yerdir.
Ahlar köprüsü, son bakış veya Ponte Dei Sospiri , hapishane ile dükler sarayını birbirine bağlayan bir garip beyaz köprü. Mahkumlar hapishaneye giderken bu köprüden geçerler ve son bir kez taş çubukları(ızgara biçiminde yerleştirilmiş) olan penceresinden venediğe bakarlar. Biraz manidar dimi ? yok yok acıklı ..
Ay içimiz daraldı. Artık serbestçe iki insanın yan yana yürüyemiceği sokaklarda dolaşmak, bahsedilen balık pazarına gitmek, Büyük nehrin kıyısında bir kahve içmek (evet evet ) ve ufak basilikalarda mum yakmak istiyorum. Hatta meşhur Venedik maskeleriyle resim çektirmek istiyorum. Şunu söylemem lazım ki ;Venedik’te resim çekme özürlü birini bulma becerisi sadece bana aittir. Fotograf makinasını verip resmimi çekmesini rica ettiğim tüm şahıslar birer vizor özürlü çıktı.
Venedik’ten Milano’ya otobüs yolculu için hazırlanma aşamasına geldik. Ama ufak bir güzergah değişikliği ile Verona ve Garda’ya uğrayabilirmişiz. Olur dememek için sebep var mı ?
Verona ;Romalılardan kalma antik colessiyumla –ki Roma’dakinden daha eskidir- eski taş binaları , kaldırım taşları ile kaplanmış geniş caddeleri ile gerçek bir orta çağ şehri gibi geldi bana. Çok şık kafelerine haksızlık etmemeliyim. Listemdeki en güzel çilekli tatlıyı orada yedim. Sokak arasında bir açık pazardan iki elma ve peynirli panini ile bir kaldırımda Pazar hallerini izlemek çok keyifli idi.
Verona’nın belkide en güzel hikayesi , gerçek Romeo& Juliet’in hikayesinin burada geçmesi.
Büyük aşkın yaşandığı Julietin evini görmek için bir insan seli ile girişinde bir kadın heykeli ve ortasında çeşmesi bulunan avluya girdim. Evin 2. katında taş balkon Julietin ,Romeo’nun aşkını dinlediği yermiş. Ay ne romantik... aman aman.. Fakat evin tüm ön cephesi sevgililerin adını yazdıgı yazılar , not kagıtlarını yapıştırmak için kullandıkları sakızlarla doluydu. Binlerce sakıza bakıp aklıma gelen tek şey binlerce tükürük oldu. Ve siyahlaşmış bronz kadın heykelinin sol göğsü okşanmaktan altın gibi parlıyordu. Bu nasıl bir aşkmış . ay bunaldım insanlar çok kalabalık .. istemiyorum Romeo juliet filan ..
Garda gölü buzul gölü imiş ama
buz filan göremedim. Ama harika yatlar, tekneler , küçük marina , minik butik
dükkanlar (çok şık bir çanta sahibi olarak överim tabi) , leziz bir dondurmacı
(nereden aklıma geldi ki off off ) ve göle doğru uzanan yarım adanın üzerinde
bir prenses şatosu.Görmek gerekir mi derseniz ? siz sizsiniz ben ben.. ben olsam
her zaman neden olmasın derim ..
Pizzaları , dondurmaları , mis kokulu sosları ile tabak tabak makarnaları ve kan şekerimi dinç tutan güzel tatlıları yapan sevgili İtalyan aşçılara selam olsun diyorum bu güzel seyahatimi anarken.
Hep söylerim en güzelim , en kıymetlim İstanbul’um.
Pizzaları , dondurmaları , mis kokulu sosları ile tabak tabak makarnaları ve kan şekerimi dinç tutan güzel tatlıları yapan sevgili İtalyan aşçılara selam olsun diyorum bu güzel seyahatimi anarken.
Hep söylerim en güzelim , en kıymetlim İstanbul’um.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder